31 Mayıs 2012 Perşembe

13 yaşındaki kıza kimler tecavüz etti.İsimleriyle

SİZDEN RİCAM 5 DAKİKANIZI AYIRIN VE OKUYUN LÜTFEN!!!
<<< İNSAN OLMAKTAN UTANDIM ... YAZIKLAR OLSUN BE. >>> 






Midenize kramp girmeden asagidaki yaziyi okuyabilir misiniz bilmiyorum. Ama isimleri okuyun derim. Unutmamak icin.
Her meslekten, her yaştan, az önce hepsi başı bağlı, şişman bir kadına bir miktar para ödediler ve kadın onlara tembih etti:

- Kız 13 yaşında, bekaretini henüz kaybetmedi, kaybetmesi bizim başımızı belaya sokar, ona göre muamele edin.
Her meslekten, her yaştan erkek kalabalığı bu sözler üstüne başını sallıyor.
Onlar ne yapacaklarını bilirler. Onlar erkek!
Teker teker, birbirlerinin sırasını gözeterek odaya giriyorlar.
Ve odaya giren erkekler tekek teker küçük kız çocuğuna, bekareti zarar görmesin diye !


Bu korku filminin, çok gerçek erkek elemanları kimlerdir, ne iş yaparlar, kızın hikayesini çok sonraları öğrenen bir yazar, merak ediyor: İşte yazarın elindeki vicdansızların, ırz düşmanlarının listesi: :

Recep Sakız (Kızıltepe Kaymakamlık Yazı işleri Müdürü),
Ersun Erdemir (ordudan irtica nedeniyle ihraç edilen yüzbaşı),
Selman Aydın (devlet memuru),
Enver Adanç (zabıta memuru),
Şeyhdavut Dora (zabıta memuru),
Şeyhdavut Oruç (belediye memuru),
Cuma Uras (Mardin Vakıflar Şube Müdürü),
Mahmut Temelli (Ziraat Odası Başkanı),
Azat Aydın (astsubay),
Ümit Ergin (ilköğretim okulu UTANMAZ müdür yardımcısı),
Mehmet Seyitoğlu (veznedar),
Teyyar Salman (Orman İşletme Müdürlüğü şefi),
Hamit Aydın (veznedar),
Hamit Abdulsametoğlu (işyeri sahibi),
Ali Aksoy (serbest meslek),
Ahmet Günay (TEDAŞ işçisi),
Osman Çakır (üniversite öğrencisi),
Harun Uras (muhtar),
Selahattin Kuray (serbest meslek)

ve meslek belirtmeyen Şemsettin Aslan, Burhan Ertaş, Şeyhmus Cansin, Şeydavut Anuk, Nizam Denli, Sabri Ajak, Rıdvan Bayraktar, Rıdvan Abdulsemetoğlu, Süleyman Göka


Doktorlar daha sonraları küçük kız oturabilsin diye tam dört ameliyat yapmak zorunda kalıyorlar.
Mardinli küçük kızın hikayesini daha sonraları öğrenen yazar, en çok bir ifadede donup kalıyor:
Yukarıdaki adları ve meslekleri belli erkeklerden biri, bir işyeri sahibi, işini bitirdikten sonra kıza şöyle sesleniyor:

- Kızım, kusura bakma şeytana uydum; benim de senin kadar bir kızım var. Ramazanda bana gel de karnını doyurayım.

Bu çok erkek beyefendiler, işin kolayını da bulmuşlar, işte asıl korku filmi burada başlıyor:
Ramazanda bir kap yemek, cuma namazında bir rekat namaz ve işi şeytana havale ederek, pür-pak evlerine, işyerlerine ve kahvelerine dönecekler!
Öyle ki memurların haklarında işlem yapılmayacak, şube müdürleri, oda başkanları, zabıta memurları Mardin'in sokaklarında başları dik dolaşacaklar!
Çünkü bu ülke fazlasıyla erkek.

Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, 13 yaşında 26 erkeğe satılan küçük kızın, bu kişilerle kendi rızasıyla birlikte olduğu yorumu, anlı şanlı Yargıtay'ın 14. Ceza Dairesi'nde onay gördü. (Kararı veren Yargıtay 14.Ceza Dairesi'nin 11 üyesinden 8'ini AKP dönemindeki yeni HSYK atamıştı.)


Ey ağır ceza mahkemesi hakimleri, Yargıtay üyeleri, bu verdiğiniz kararla siz de bu korku filminin ana kahramanlarının yanında yer aldınız.
Kanunlar böyle diye kestirip atmayın, küçücük bir kız çocuğunu savunamayan hukuk ve sizlerin bunun arkasına sığınmanız, bu korku filminin en utanç verici bölümü.
KENDİ KIZINIZ, KARDEŞİNİZ, YEĞENİNİZ VAR MI? VAR İSE ONUN BAŞINA BÖYLE BİR ŞEY GELSE NE YAPARSINIZ?
Hukuk, yazılı kanunların, insan haklarına uygun uygulanmasından başka nedir ki? Hukuk fakültelerinin birinci dersinde bu öğretilir. .........



NOT:

BU İLETİNİN İBRETİ ALEM İÇİN BÜTÜN TÜRKİYE'DE DOLAŞMASI GEREKİR. TOPLUMUN VİCDANINI SIZLATAN BU OLAYA SAHİP ÇIKMAK NAMUSLU VE DÜRÜST İNSANLARIN GÖREVİDİR...
Avukat Ömer K A V İ L İ

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Osmanlı Armasındaki Büyük Sır



Osmanlı imparatorluğu'nun sembolü olan 'Osmanlı Arması'nın üzerindeki sembollerin anlamında, koca bir tarihin sırları yatıyor.


Osmanlı armasının üzerindeki sembolleri en tepeden başlayarak şöyle sıralayabiliriz:

En tepede bir güneş şekli ve onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almakta.
Onun altındaki yukarıya açık hilalin üzerinde Arapça “Osmanlı devletinin hükümdarı olan … han, Allah’ın Muaffak kılması ve yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer.” anlamına gelen bir söz yazılı. Onun altında, armanın tam göbeğine gelecek şekilde aynalıklı kalkan motifi var. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunuyor.

Bu yıldızların sayısı çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece Osmanlı, kâinatın merkezine yerleştirilmiş olur.

Kalkanın hemen üzerinde de devletin kurucusu Osman Gazi’yi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlıların köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır.

Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı yer alır.

Renkli armalarla kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise hilafet sancağı bulunur.

Hilafet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde hemen daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerinde üç hilal kondurulmuştur.

Merkezdeki kalkandan Osmanlı sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır:

Sancağın üzerinde bir ok var. Sancak alemini altında baltacıklar ocağının kullandığı tek taraflı bir çift yüzlü teberler (balta) bulunur. Sonra mızrak ve altında el sperlikli tören kılıcı vardır.

Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş kılıcı yer alır.

Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür.

Top ile bozdoğanı sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilanını ve sonra da mehterhaneyi temsil eder.

Armanın sol yanında, yani hilafet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle sıralanırlar:

Sancak aleminin altında süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca ve topuz başlı asa mevcuttur. Asanın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder.

Terazinin kitap şekilleri üzerine oturtulmuş olup bu kitaplardan üstteki Kuran-ı Kerim, alttaki ise... diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır.

Hilafet sancağının altındaki çiçek şekilleri Osmanlı’nın estetik yönünü gösterir. Buket arasında ki güller hilafet sancağı üzerinde manevi ilhamlar sebebiyle bulundurulur.
Buketin hemen altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür.

Arma göbeğindeki kalkanın hemen alt yanın da dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında çaprazlama duran tirkeş (ok kuburu, sadak) ile meşale de gece donanmalarını ve ok müsabakalarını hatırlatır.

Armanın alt tarafını boydan boya süsleyen inci defne yaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya sarkar.

Bu madalyaların isimleri şöyledir:

İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı, İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı...

26 Mayıs 2012 Cumartesi

KÜÇÜK TAVUK...

KÜÇÜK TAVUK...

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ

Kısa bir süre önce, Prof. Dr. Özcan Yeniçeri ile bir hava alanında salonda otururken emekli bir generalimiz ile sohbet ettik. Güncel konuları tartışırken emekli general bize ABD’de bir askeri okulda Amerikalı subaylar ile birlikte girdiği bir dersi ve derste anlatılanları anlattı. Ben de size aktarıyorum.

“Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış.
Filmin adı ‘Küçük Tavuk’. Bir kümes var. Kümeste birçok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.

Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.

Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor.

Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.”

Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış. Beni meraka düşüren husus, bir Türk subayı içeride iken böyle bir dersi vermekten neden sakınmadıkları idi. Bunu sordum. Emekli general, “Umurlarında olduklarını mı zannediyorsunuz Ümit Bey. Amerikalılar hiçbir şeyi gizlemeye ihtiyaç duymazlar” dedi.

Sonra emekli general İstanbul uçağına binmek için bizden ayrıldı. Biz de Özcan Yeniçeri hoca ile Ankara uçağını beklerken, kümesten, horozlardan ve tavuklardan bahsettik. Belki siz de bu yazıyı okuduktan sonra biraz kümes, yaşlı horoz, genç horoz ve en önemlisi tilki üzerine konuşursunuz...

Çevik Bir neden tutuklandı?

Çevik Bir neden tutuklandı?

“ABD’yle nasıl mücadele edilir” sorusuna hayatıyla en iyi yanıtı veren Doğu Perinçek, “Çevik Bir ve doğru mevzilenme” konusunda önemli bir uyarı yapmıştı: “Bir zamanlar üçü de Yahudi JINSA madalyası almışlardır, doğrudur. Ama bugün Tayyip Erdoğan – Abdullah Gül ikilisi, Org. Çevik Bir’i hapse atıyor. Geçmişteki mevzilenmeler değiştiği zaman, hâlâ o geçmiş mevzilenmenin içinde kalmak, zamanı şaşırmaktır ve siyasal mücadelede kişinin kendi mevzilerine ateş etmesine yol açar.” (Aydınlık, 21 Nisan 2012)

Kuşkusuz çok öğretici…

Çevik Bir’in tutuklanması önemli derslerle doludur. Neden tutuklandığını anlayabilmek de, bugünün mevzisinde iyi mücadele edebilmek için gereklidir.

ABD’nin 28 Şubat’ta “Truva atı” olan Çevik Bir’i tutuklatması kadar öğretici olan bir başka olay da Cengiz Çandar’ın 28 Şubat operasyonu konusunda söyledikleriydi.

Çandar gibi tescilli bir ABD-İsrail piyonunun, 28 Şubat’ı ABD-İsrail projesi diye suçlaması haliyle kafaları karıştırdı. Çünkü 28 Şubat bir ABD projesiyse eğer, en başta Çandar’ın 28 Şubatçı olması gerekirdi… Tersi, Cengiz Çandar’ı anti-emperyalist yapar ki, bu da eşyanın tabiatına aykırı!

28 Şubat’ın ABD projesi olmadığının kanıtı, Erdoğan’dır!

Gelin Çandar’ı bir kenara atarak şöyle soralım: 28 Şubat gerçekten bir ABD projesi olsaydı, Erdoğan – Gül – Gülen üçlüsü 28 Şubat operasyonuna soyunabilir miydi?

Ya da gelin yanıtı ortada olan şu sorular üzerinden düşünelim: Erdoğan’ı kim iktidar yaptı? Erdoğan hangi devletin projesinin eşbaşkanı? Erdoğan Suriye’ye kimin NATO’sunun sopasını sallıyor? Erdoğan kimin model ortağı? Kim, ABD’yle altın bir işbirliği dönemi içinde olduklarını ilan etti? Başta İran olmak üzere komşu ülkeler, neden AKP’yi ABD’nin Ortadoğu’daki taşeronu ilan ediyor? Kim ABD-İsrail kurumlarından cesaret madalyaları alıyor? Irak’a saldıran ABD askerilerinin sağlığına kim duacı? Kim ABD ile gizli sözleşmeler imzaladı?

Sürekli darbe dönemi

Doğru, ABD bir ölçüde 28 Şubat’a sızmıştır. Çevik Bir ABD’nin 28 Şubat’taki Truva atıdır. Ancak 28 Şubat toplamda ABD’nin çıkarlarına karşıdır. Bu nedenle ABD, 28 Şubat generallerini “hizadan çıktı” diyerek çizmiştir; “28 Şubat bin yıl sürecek” kararlılığına, “binyılın meydan okuması” isimli tatbikatıyla yanıt vermiştir!

Ve ABD, 2002’de Hilmi Özkök üzerinden Türk Ordusu’na, Tayyip Erdoğan üzerinden de Türkiye’ye darbe yapmıştır. ABD, AKP-Cemaat koalisyonu eliyle yürüttüğü Ergenekon tertibiyle, “sürekli darbe” dönemini başlatmıştır.

Türk Ordusu direndikçe Balyoz, Andıç diye sürdürmüştür operasyonu…

ABD 28 Şubat’la hesaplaşmadan Ergenekon tertibi bitmez! Çünkü 28 Şubat Türk Ordusu’nun 27 Mayıs’tan sonraki ikinci büyük atılımıdır ve en başta ABD’nin çıkarlarına karşıdır!

ABD, esas hedefe, yani 28 Şubat’a darbe indirebilmek ve kamuoyu desteği alabilmek için de önce kendi eseri olan 12 Eylül’e yönelmiş ve 95 yaşındaki iki görevlisini kurban vermiştir; ardından da Çevik Bir’i…

TSK’yi bütün olarak savunmak

Çevik Bir’in tutuklanmasının asıl önemi şudur: Operasyon Çevik Bir’e kadar uzandığına göre, ABD TSK’yi tam teslim alamamıştır!

Tabi buradan şu sonuç da çıkıyor: ABD dün 28 Şubat’ın yönünü değiştirebilmek için Çevik Bir’i kullandı; bugün de yine Türk Ordusu’na saldırabilmek için Çevik Bir’i kullanıyor, harcıyor… Yani NATO’cu generaller, iradelerinin dışında da NATO’ya hizmet etmiş oluyorlar.

ABD’nin ilişki ahlakı böyledir; kullanır, atar! Nitekim bunu çok iyi bilen Cüneyd Zapsu, Erdoğan için şu ricada bulunmuştu ABD’ye: “Bu adamı deliğe süpürmeyin, kullanın.“

Erdoğan’ın, Çevik Bir’in durumundan bir ders çıkaramayacağı ortada…

Biz ise geçmişin mevzisinde kalarak, bugünün mücadelesini kazanamayacağımızı biliyoruz ve Türk Ordusu’nu bugün bir bütün olarak savunuyoruz.

Mehmet Ali Güller

Aydınlık

“Amerika’ya karşı sorumluluklarımız var”

“Amerika’ya karşı sorumluluklarımız var” Bülent ESİNOĞLU 21.5.2012 Tarihinde, NATO’ya bağlı üye devletlerin, devlet başkanları toplandılar. Toplantıda, Amerikan isteklerine göre, dünyanın değiştirilmesi, dönüştürülmesi, sömürülmesi ve denetlenmesi konuları görüşüldü. Bu zirvenin diğerlerinden tek farkı; Amerika’nın, askerlerini gurka olarak kullandığı ülkelere, NATO’nun diğer giderlerini de karşılama görevini vermiş olmasıdır. İngilizler, sömürgelerinden topladığı gurkaları kendi subaylarının denetiminde savaştırıyordu. Masraflarını da İngiliz devleti karşılıyordu. Bu zirvede alınan kararlar gereğince, gurkalar artık kendi savaş masraflarını da, kendileri karşılayacaklar ve kendi generallerinin emir ve kumandasında savaşacaklar. Ama kazançlar emperyalizmin hanesine konulacak. Yani Amerika istediği yere müdahalede bulunacak, üye ülkeler asker verecek ve bedelini karşılayacak. Amerika’da muhtemel savaşlarda, bu üye ülkelere silah ve akıl satacak. Yani NATO’ya karşı “sorumluluklarımız var” diyen ülkeler, Amerikan eşkıyalığına hem meşruiyet kazandıracak, hem de müdahalelerin bedelini üslenecekler. NATO’nun Türk halkına hiçbir faydası yoktur. Ama sözünü ettiğimiz bedelleri Türk halkı karşılayacak. Karları işbirlikçiler alacak, zararları da halk karşılayacak. Ordumuz, zaten NATO ordusunun önemli parçasıdır. Bu zirvede on yıldız daha vermişler. Yani daha fazla, yetki veriyormuş gibi yaparak, Amerikan ordusunun daha ileri parçası haline getirme yolunda mesafe kat etmişler. Bu işe, terfi bekleyen Amerikancı paşalar, yeni kadrolar çıktı diye sevinmişlerdir. Anlaşılan odur ki, Mehmetçiği pazarlamaya artarak devam edeceğiz. Mehmetçiği vereceğiz, sıcak parayı alacağız. RTE’nin Afganistan’da ölen 12 şehidimiz için söylediği “sorumluluklarımız var” ifadesi bu sıcak para akışının devamı ile yakından ilgilidir. Meşruiyet ve sorumluluk anlayışı; Amerikan devleti nezdinde kazanılacak itibara eşit olmuş oluyor. Ne kadar çok sorumluluk, yani ne kadar çok müdahale gücünün içinde yer alırsan, o kadar çok sıcak para… Amerikan doları gittikçe tuvalet kâğıdına dönüşüyor. Mehmetçiğimiz boşuna emek ve kan veriyor.(Son helikopter faciasında,12 şehidimiz vardı) AKP iktidarının, Amerika’ya karşı ne kadar çok sorumluluk duyduğunu, bu son zirveden çıkan kararlar ile daha iyi anladık. Küreçik Amerikan Üssü NATO’ya devredilecekmiş. Yani siyasi iktidarın Amerika’ya karşı sorumluluğu, Türk halkının Anayasasına karşı sorumluluğundan daha fazla olduğu da, böylece ortaya çıkmış oldu. Hani Anayasamızda, ülke topraklarına yabancı asker gireceğinde Meclis kararı gerekir ya… Ne gerek var Amerikan devleti karar vermiş. İşbirlikçi ve Amerikancı iktidarlar, sadece bu kararları uygulamakla sorumludur. Türk ulusu adına ne kadar onur kırıcı… ALINTI YAPILMISTIR

Piyasa İslam’ının Geldiği Uludere Durağı

Piyasa İslam’ının Geldiği Uludere Durağı Bülent ESİNOĞLU AKP içindeki “Uludere Tartışması” çok derin ayrılıkların işaret fişeği olarak görülmelidir. Bir yerde ideolojik ayrışma varsa, onun arkasında yatan önemli bir maddi bölüşüm kavgası var demektir. Cemaat ile Hükümet arasında süren ayrışmanın duracağını sanmak, yanıltıcı olur. Amerikan destekli cemaat, tüm ulusu ve tüm devleti piyasa İslam-ı çerçevesinde cemaatleştirmek istiyor. Hâlbuki ortada bir devlet var. Bunu cemaat haline getirmek için tüm kurum ve kuruluşlarını dönüştürmek gerekir. Kuruluşların başındaki yöneticileri cemaatçi yapmak, tüm devleti cemaatçi yapmaya yetmez. Devletin tümünü cemaatleştirmek demek; devlet içinde yaşayan tüm insanları ve unsurları cemaatleştirmek demektir. Yani yerleşik tüm düzeni değiştirmek dönüştürmek demektir. Bir anlamda yaşayan insanlar yerine başka insanlar üretmek demektir. Yani hukuk ve ilişkiler zemininde, değişme ve dönüşmeyi kast ediyorum. İnsanlardan başlayalım. AKP iktidara gelince, devleti dönüştürmek için “havuzlar” kurdu. Bürokrat tayinlerinde, “ bürokrat havuzu”, özelleştirme ihalelerinde alınan yüzdelerin toplandığı “ihale havuzları” gibi havuzlar kuruldu. Bürokrat havuzuna, cemaatçi, dış bağlantılı liberal, bölücü, ırkçı-milliyetçi unsurlar havuzlandı. Üst düzey bürokrat atamaları yapılırken, bu havuzlara eller daldırıldı ve atamalar yapıldı. Yekpare olmak, homojen olmak kitle partilerinin hiçbir şekilde başaramayacağı bir husustur. Dinci kitle partisinin içinde milliyetçi, milliyetçi kitle partisinin içinde de dinciler olacaktır. Milliyetçi kitle partisi (MHP) içindeki dinciler, MHP’yi nasıl dincileştiriyorsa ve milli olmaktan çıkarıyorsa, dinci kitle partisinin (AKP) içindeki ırkçı milliyetçiler de, dinci partinin dinci kalmasını engelleyebiliyor. Bunların hepsi, dini bir ticarethane gibi kullanmaktan ileri geliyor. Bu ticarethanede, bazıları çok kazanıyor, bazıları ise az kazanıyor. Aslında hepsinin sattığı ürün aynı: din satıyorlar. Sattıkları ürün aynı olup kazançlar faklı olunca, anlaşmazlıklar, ideolojik ayrılıklar şeklinde neva buluyor. AKP’nin Uludere Durağı işte bu duraktır. AKP içindeki ideolojik ayrışma artık durdurulamaz. Gericileşme kendi karşıtını da beraberinde yarattığı için, toplumsal ayrışma hızlanıyor. Dini ticarethane gibi kullananla, din gibi kullanan arasında da ayrışma başladı. Asıl piyasa İslam’ının iktidara taşınmasında yani pasif karşı devrimin iktidara taşınmasında kullanılan “itaat”, şimdi itaatsizliğe dönüşme dönemine girdi. PKK ile birlikte yeni Anayasa yapma, AKP içindeki çatışmaları da birlikte getirecektir. Samimi dindarlarda, birleşmek farz, bölünmek günahtır sesleri yükselirken, milliyetçiler PKK ile görüşmelere karşı duruyor. Güneydoğu milletvekilleri de, Ordunun PKK karşı mücadeleden rahatsız olabiliyor. Amerika ne kadar isterse istesin balık kavağa çıkamıyor. Amerika’nın Suriye ve Anayasa planı bir başka piyasacı parti veya partilere kalacak gibi… Ya da… alıntıdır..

RECEP TAYYİP ERDOĞAN TEMENNİSİ :-=)))

YORUMSUZZZZZZZZZZZZZZZZZ

AKP, Seçimi Kazanan DP Adayına Başörtülü Olduğu İçin İtiraz Etti!

AKP, Seçimi Kazanan DP Adayına Başörtülü Olduğu İçin İtiraz Etti!


Gaziantep’in Islahiye ilçesinde ilginç bir seçim yarışı yaşandı. Anketlerde önde görünen AKP’li Başkan Mehmet Uludağ aday gösterilmeyince, eşi DP’den aday oldu ve AKP’ye ciddi bir fark attı. AKP, seçimden sonra da ilk kadın başkana itiraz etti. Hem de türbanlı olduğu gerekçesiyle… Yerel seçimlerin en büyük sürprizi İslahiye’de yaşandı. Geçmiş dönem AK Parti’den belediye başkanı olan Mehmet Uludağ’ın aday gösterilmemesi üzerine tepkinin büyük olduğu İslahiye’de, Uludağ’ın eşi Malika Uludağ seçildi. Gaziantep’te bir ilçenin ilk kadın belediye başkanı ünvanını elde eden Uludağ, son anda eşinin yerine DP’den aday gösterilmişti. ÖNCE ULUDAĞ’A SONRA EŞİNE İTİRAZ ETTİLER Mehmet Uludağ, AKP’den aday gösterilmeyince DP’ye geçmiş, ancak AK Parti’nin temayül yoklamasında ismi geçtiği için adaylığı red edilmişti. Uludağ yerini eşi Malika Uludağ’a bıraktı. Bu aşamada da Malika Uludağ’a türbanlı olduğu gerekçesiyle itiraz edildi. Ancak başvurusunda türbanlı resmi olmadığı için Malika Uludağ’ın adaylığı geçerli oldu. 29 Mart’ta ise Uludağ, oyların yüzde 36.9′ını alarak İslahiye Belediye Başkanı seçildi. AK PARTİ ÜÇÜNCÜ OLDU Mahmut Durdu’nun isteği ve baskısı üzerine aday gösterilen Osman Öztürk, seçimi kaybetti. AK Parti elinde bulunduğu İslahiye’yi kaybederken, CHP İslahiye’de ikinci parti oldu. Buna göre DP 36.9, CHP 31.6, AKP 24.1 ve MHP 5.9 oy aldı. STAR YAZARI ŞAMİL TAYYAR OLAYA İSYAN ETTİ Kendisi de Islahiyeli olan Star Gazetesi Yazarı Şamil Tayyar bugünkü yazısında seçim yarışını anlattı. Yazısını ‘Canım memleketim hepinizi kutluyorum’ diye bitiren Tayyar’ın yazısında şu ifadelere yer verdi: “2004 yılında AK Parti listesinden belediye başkanı seçilen Mehmet Uludağ da ilkokul ve mahalleden arkadaşımdır. Emniyet müdürlüğünden istifa ederek aday olmuştu. Bu son seçimde AK Parti’den yeniden aday oldu. Karşısındaki tek rakibi partinin ilçe başkanı Osman Öztürk’tü. Haliyle teşkilat Öztürk’ün yanında yer aldı, halk ise anketlerde ‘Uludağ’ dedi. Genel merkez de tavrını anketlere göre belirleyip İslahiye’de Mehmet Uludağ’ı yeniden aday gösterdi. Gaziantep il teşkilatına gönderilen aday listesinde bu isme de yer verildi. Ne olduysa o an oldu, genel merkez listeyi değiştirdi, Mehmet Uludağ yerine Osman Öztürk’ü aday ilan etti. Sonra anlaşıldı ki, AK Parti’nin İslahiye kökenli Gaziantep Milletvekili Mahmut Durdu başbakanla görüşerek belirleyici olmuş…. ” .”… DP ilçe yönetimi, kendilerine destek veren diğer partiler ve kanaat önderleriyle acilen toplanıp karar verdiler. Dediler ki; ‘Biz bu haksızlığı Uludağ soyadını yaşatarak telafi ederiz. Eşini aday gösterelim.’ Malika Uludağ’a koştular. Ev kadınıydı. Siyasetle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Emrivaki yaptılar, ‘adayımızsın’ dediler. Tek pürüz, Melika hanımın AK Parti üyesi olmasıydı. Hemen istifası sağlandı, ardından adaylık başvurusu yapıldı. Aracına atlayıp İslahiye’ye döndüğünde bu kez karşılayanların sayısı ikiye katlanmıştı. Belediye seçimiyle hiç ilgisi olmayan köylerden de akın akın gelenler vardı…” “… Başörtü itirazı Bununla da bitmedi. AK Partililer, bu sefer Malike hanımın adaylığını düşürmek için ilçe seçim kuruluna koştular: ‘Bu kadın başörtülü, nasıl aday olur?’ Yetkilinin cevabı: ‘Önümdeki belgelerde başörtülü fotoğraf yok. Ben ona bakarım. Dışarıda nasıl giyindiğine karışamam.’ Bu girişim kabaran öfke katsayısı daha da arttırdı. Bir vatandaş koşarak Mehmet Uludağ’a ulaştı, AK Parti’nin başörtülü adayla ilgili sözlü itirazını medyaya sızdırma önerisinde bulundu, o, buna karşı çıktı: ‘Biliyorum medyaya sızarsa bu girişimleri sadece İslahiye’de değil tüm Türkiye’de AK Parti oylarını etkiler, ama ben bunu yapamam. Siyaseti çirkinleştirmek istemem.’ Sindiremese de sineye çekmeyi yeğledi. Bitmedi… AK Parti bu kez Malika hanımın kendi üyeleri olduğu gerekçesiyle adaylığının düşürülmesini istedi. Bu kez duvara çarptılar. Sinir harbi bu noktada sonuçlandı, Malika hanımın adaylığı kesinleşti. Sonuç; DP yüzde 40, CHP yüzde 35, AK Parti yüzde 20…

20 Mayıs 2012 Pazar

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ





Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi’nin Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü’I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı. Sultânü’I-Ulemâ’nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü’I Ulemâ Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ’be’ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Mûsâ’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler. 1222 yılında Karaman’a gelen Sultânü’/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler. Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti.

 

 Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’ndaki bugünkü yerine defnolundu. Sultânü’I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna’nın çevresinde toplandılar. Mevlâna’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’de “mutlak kemâlin varlığını” cemalinde de “Tanrı nurlarını”görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî’nin yerini doldurmaya çalıştılar. Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım”sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın cenaze namazını Mevlâna’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu. Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti: Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır. “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”.. Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel… Peygamber Aşığı Bir Allah Dostu: Hz. Mevlana MEN BENDE-İ KUR’ANEM EGER CAN DAREM MEN HÂK-İ REH-İ MUHAMMED MUHTAREM EGER NAKL KUNED CÜZ İN KES EZ GÜFTAREM BİZAREM EZ U VEZ AN SUHEN BİZAREM “BEN YAŞADIKÇA KUR’AN’IN BENDESİYİM BEN, HZ. MUHAMMED MUSTAFA’NIN YOLUNUN TOZUYUM BİRİ BENDEN BUNDAN BAŞKASINI NAKLEDERSE ONDAN DA ŞİKAYETÇİYİM, O SÖZDEN DE ŞİKAYETÇİYİM” Hz Mevlana Hz. Mevlana’nın Dilinden Naat-ı Şerif Ya Habiballah resul-i halık-ı yekta tüyi, Ber güzin-i Zülcelali pak-ü bihemta tüyi; Nazenin-i Hazret-i Hak sadr-ü bedr-i kainat, Nur-i çeşm-i Enbiya çeşm-i çerağ-i ma tuyi; Der şeb-i Mi’rac bude Cebrail ender rikab, Pa nihade ber ser-i nüh künbedi hazra tüyi; Ya resulallah tü dani ümmetanet acizend, Rehnüma-yi acizani bi ser-ü bi pa tüyi; Servi bostan-i risalet nev behar-i ma’rifet, Gülbün-i bağ-ı şeriat sünbül-i bala tüyi; Şemsi Tebrizi ki dared na’ti Peygamber ziber, Mustafa vü Mücteba an seyyid-i ala tüyi. Naat’ın Türkçesi: Ey Allah’ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı’nın Elçisi sensin, Allah’ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin; Ulu Allah’ın nazlısı, kainatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi Peygamberlerin gözünün nuru bizim gözlerimizin ışığı sensin; Miraç gecesi “Cebrail” rikabında olduğu halde, Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan sensin; Ey Allah’ın Elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin acizdirler, Başsız, ayaksız acizlerin yol göstericisi sensin; Peygamberlik bostanının selvisi, ma’rifet dünyasının ilk baharı, Şeriat bağının gül fidanı, yüce sünbül sensin; Şemsi Tebrizi* Peygamberin methini ezberlemiştir, Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin. *** Mevlevi Ayinlerinde okunan Naat: “Yâ Hazret-i Mevlana Hak dost, Ya Habiballah resul-i halık-ı yekta tüyi, Ber güzin-i Zülcelali pak-ü bihemta tüyi Dost Sultanım, Nazenin-i Hazret-i Hak sadr-ü bedr-i kainat, Nur-i çeşm-i Enbiya çeşm-i çerağ-i ma tuyi Ya Mevlana hak dost Şemsi Tebrizi ki dared na’ti Peygamber ziber, Mustafa vü Mücteba an seyyid-i ala tüyi Ya tabibel gulub ya Veliyallah Allah dost. Mevlevi Ayinlerinde okunan Naat’ın Türkçesi: “Ya Hazreti Mevlânâ Hak Dostu, Ey Allah’ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı’nın Elçisi sensin, Allah’ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin; Ulu Allah’ın nazlısı, kainatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi Peygamberlerin gözünün nuru bizim gözlerimizin ışığı sensin; Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir, Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin. * not: Mevlâna, kendisi ile Şemsi Tebrizi arasında ayrılık ve gayrılık bulunmadığını göstermek için olmalı ki şiirlerinde hep Şemsi Tebrizi mahlasını kullanmıştır. Hz. Mevlana, Peygamber Efendimiz(sas)’i şu sözlerle anlatmıştır: PEYGAMBERLER SERVERİ, SAFÂ DENİZİ HZ. MUHAMMED Ey kardeş, Bir olan Allah’a ve Hz. Muhammed’e yapış da ten Ebu Cehil’inden kurtul! Allah’ın lütufları, Mustafa (a.s.)’a vaatlerde bulundu da dedi ki “Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez. Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim; Kur’ân’dan bir şey eksiltmeye, O’na bir şey katmaya yeltenen kişiye ben engel olurum. Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder; onları hor, hakir bir hale koyarım. Hiç kimse Kur’ân’ı değiştirmeye kudret bulamaz; O’na ne bir şey ilâve edebilirler; ne O’ndan bir şey eksiltebilirler. Sen, benden daha iyi bir koruyucu arama!” (Ey Ahmed!) kim senin sofrandan başka bir sofraya giderse bil ki şeytan, onunla aynı kâseden yemek yer. Kim senin komşuluğundan kaçarsa şüphe yok ki, ona şeytan komşu olur. Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı. Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhûrunu gördü de: “Yarabbi, o ne rahmet devri; o devir, rahmetten de ileri; o devirde güzellik var. Musa’nı denizlere daldır da Ahmed’in devrinde çıkar!” dedi. Ahmed, ümmetler “Yarabbi” desinler diye dünyada nice putlar kırdı. Ahmed’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın. O’nun ümmetler üzerindeki hakkını bil! Başın, puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu. İncil’de Mustafa (a.s.)’nın, o peygamberler serverinin, o safâ denizinin adı vardı. Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yemek yiyişi anılmıştı. (Bir) Hıristiyan taifesi, o ad ve o hitap kendilerine ulaştığı zaman sevap için; O yüce adı öperler; o lâtif vasfa yüz sürerlerdi. Onlar, Ahmed adına sığındıklarından dolayı (şerlerden, fitnelerden) korundular. Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru (insanı) nasıl korur ? O’nu görmek için bir uçtan diğer uca yedi kat gök, hurilerle meleklerle dolmuştu. Hepsi kendilerini, onun için bezemişti; fakat O’nda sevgiyle aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir hevâ ve heves yoktu ki! (Ey Muhammed!) bu fanî cihandaki körleri katar katar çek! Ey takvâ sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları makamına kadar götür! Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin; âhir zamanın yasına neşesin sen! (I/782, III/1197-1200, V/267, 268, II/355-358, 366-368, I/0727-730, 732, 737, 3950, 3951, IV/1470, 1472, 1471)




Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti:
Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır. “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

Veysel Karani (Üveys bin Âmir el-Karnî)

Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî. İsmi Üveys bin Âmir el-Karnî'dir. Yemen’in Karn köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 657 (H.37) târihinde şehîd edildi. Peygamber efendimizin sağlığında müslüman oldu. Fakat görmediği için Sahâbî olamadı. Peygamber efendimiz zamânında Medîne’ye gelmedi. Tâbiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Medîne’ye geldi. Çok alâka ve hürmet gördü. Önceleri kendi memleketi Yemen’de yaşadı. Sonra Basra'ya gitti. Veysel Karânî hazretleri, Yemen’de iken deve güder, geçimini onunla temin ederdi. Geçimi, yaşaması pek sâdeydi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse kabul ederdi. Fakir olanlardan hiç ücret almazdı. Aldığının yarısını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kalanını da kendi ihtiyaçlarına ve annesine harcardı. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu. Bir an bile Rabbini unutmadı. Kulluğunda o dereceye yükseldi ki, her hâli, her hareketi ve her sözü insanlara ibret ve nasîhat oldu. Kimseden incinmemiş ve kimseyi incitmemiştir. Onun en önemli vasfı; Peygamber efendimize olan aşkı, ibâdete canla başla devâmı ve annesine saygısıdır. Annesine çok hizmet edip, hayır duâsını aldı. Resûlullah efendimizi görmeği çok arzu ediyordu. Defâlarca Peygamber efendimizi görmek için annesinden izin istedi. Annesi, kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi. Peygamber efendimiz; "Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu. Resûlullah efendimiz, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. “Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve Mudar kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” buyurdu. Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz; “Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.” buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu. Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin! dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye; “Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu. Veysel Karânî hazretleri gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona dîvâne gözü ile bakıyordu. Sonradan onun büyüklüğünü anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine, annesinin vefâtından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti. Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. “Üveys-i Karnî'ye verin.” buyurdu. Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ömer ile hazret-i Ali Kûfe’ye geldiklerinde, Ömer (radıyallahü anh) hutbe esnasında; “Ey Necdliler, kalkınız!” buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve birkaç kişiyi ona gönderdiler. Hazret-i Ömer, onlardan Üveys’i sordu. Biliyoruz. O, sizin bildiğinizden pek aşağı bir kimsedir. Dîvânedir, akılsızdır ve insanlardan kaçar bir hâli vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu. Arne vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam yiyeceği veririz, saçı-sakalı karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neşe bilmez. İnsanlar gülünce, o ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum.” buyurdu. Sonra hazret-i Ömer’le hazret-i Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılar gördüler. Allahü teâlâ, develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti. Namazı bitirip selâm verince, hazret-i Ömer, kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, yâni Allah’ın kulu.” dedi. “Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ elini göster.” buyurdu. Gösterdi. Hazret-i Ömer; Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderip; “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin.” diye vasiyet buyurdu, dedi. “Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına âid olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys, aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasfını belirtti.” cevâbını verdi. Bunun üzerine, Hırka-i şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâda bulundu: “Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben fakir, âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş.” dedi. Günahkâr olan bütün müslümanların affı için duâ etti. Bir çok günahkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi. Veysel Karânî hazretleri, kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti. Kûfe’ye gittikten sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin Hayyan’dır. Harem bin Hayyan anlatır: "Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu bildiren hadîsi işitince, onu görmek istedim. Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihâyet Fırat Nehri kenarında abdest alırken buldum. Daha önce hakkında mâlûmâtım olduğundan onu tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfeha etmek istedim, elini vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys, nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü çok zayıftı. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin Hayyan! Nasılsın ey kardeşim! Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın? dedim. “Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü müminlerin rûhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de!” dedi." Resûlullah efendimizden bana bir haber ver, dedim. “Ben onu görmedim, O’nun haberini başkalarından işittim. Hadîs yolunu kendime açmayı istemem. Muhaddis, müftü veya müzekkir olmayı istemem. Benim meşguliyetim vardır. Bunlarla uğraşamam.” dedi. Bana bir âyet okuyun. Sizden duyayım dedim. Elimi tuttu. Eûzü besmele okudu ve çok ağladı. Sonra; “Cinleri ve insanları beni tanımaları, ibâdet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât sûresi: 56) “Gökü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım.” (Enbiyâ sûresi: 16) meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudu. Sonra bir feryad etti. Aklının gittiğini sandım. Sonra; “Ey Hayyân’ın oğlu, sen buraya niçin geldin?” dedi. Seni tanımak, seninle sohbet etmek arzusu ile dedim. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman bir mânâ veremem.” dedi. Bana vasiyet, nasihat et dedim. “Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günahın küçüklüğüne değil, onunla âsî olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan, onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş olursun.” dedi. Nereye yerleşmemi tavsiye edersin? dedim. “Şam’a” dedi. Orada geçim nasıldır. dedim. “Şüphenin ağır bastığı şu kalbe yazıklar olsun, nasihat kabul etmez.” dedi. Bana bir tavsiyede daha bulun? dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu! Baban öldü, Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed Resûlullah öldüler. Halîfesi Ebû Bekir öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer!.. Ah Ömer!..” dedi. Allah sana rahmet eylesin, hazret-i Ömer ölmemiştir dedim. “Allahü teâlâ, onun öldüğünü bana bildirdi.” dedi. Salevât okuyup, kısa bir duâdan sonra şu vasiyeti yaptı: “Ben ve sen, ölülerdeniz. Allah’ın kitabını ve onda bildirilen sırât-ı mustakîmi, doğru yolu elden bırakma ve ölümü bir an unutma! Kavmine ve akrabâna varınca onlara nasihat et ve Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnete uymaktan bir adım ayrılma ki, dînini kayıp edersin de haberin olmaz ve Cehennem’e düşersin.” Birkaç duâ daha etti, sonra; “Git Harem bin Hayyan, bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni! Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile anarım. Sen bu taraftan git, ben de şu taraftan gideyim.” dedi. Bir zaman onunla gitmek istedim. Bırakmadı. Gitti, ağlıyordu. Ben de ağladım. Ardından baktım durdum. Gözden kayboluncaya, şehre girinceye kadar baktım. Hâlâ ondan bir haber alamadım. Devamlı ibâdet ve tefekkür hâlindeydi. Devamlı insanlardan uzak yaşar kimseyle görüşmezdi. “Benimle en çok konuşan, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’dir.” demiştir. Veysel Karânî hazretleri Mekke’de hac yapıp, Medîne’ye gidince, işte Resûlullah’ın türbesi burasıdır diye kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca; “Beni buradan götürün. Resûlullah efendimizin medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz.” buyurdu. Rebî’ bin Haysem anlatır: Üveys'i görmeye gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi, tesbihlerin sonuna kadar bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı kuşluk namazı kıldı. Öğle oldu, öğleyi kıldı. Velhâsıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı çıkmadı. Yemedi, uyumadı. Dördüncü gece ona kulak verdim. Gözüne uyku gelmişti. Derhal münâcaâta başladı ve; “Yâ Rabbî, çok uyuyan gözden, çok yiyen karından sana sığınırım.” dedi. Bana bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim. Geceleri hiç uyumazdı. Bir gece; “Bu gece kıyâm gecesidir.” dedi. Diğer gece, “Bu gece rükû gecesidir.” Öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” dedi. Bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû, bir başka geceyi de secdeyle geçirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeye nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbih sünnettir. Bunu yapamamamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir. Buna ise gücüm yetmemektedir.” dedi. Kendisine, namazda huşû nedir? dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda duymamaktır.” dedi. Kendisine nasılsın? dediler: “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?” dedi. İş nasıldır? dediler. “Ah, yolun uzaklığından azıksızlıktan, ah!” dedi. Birisi Veysel Karânî hazretlerini ziyârete gitti. Ona hitâben; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?" dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin?” Evet bilirim. “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri unut. Bu yetişir.” buyurdu. Yâ Üveys, bir nasihat daha söyle! “Allahü teâlâ seni bilir mi?” Evet bilir. “Öyle ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfidir.” dedi. Veysel Karânî hazretlerini çocuklar bâzan taşa tutardı. O ise çocuklara; “Yavrucaklar mutlaka beni taşa tutmanız gerekiyorsa, hiç olmazsa küçük taş atın da ayaklarımı kanatıp namaz kılmakta bana zorluk olmasın.” derdi. Veysel Karânî bir defasında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü gün sabahı dışarı çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyunun kendisine doğru geldiğini gördü. Koyun, ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu. Buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.” “Ey insan bu fâni hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Kurtuluş çâresi O’na itâattedir.” “Yüksekliği aradım, tevâzuda buldum. Başkanlık aradım, halka nasihatta buldum. Neseb aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Rahatlık aradım, zühdde buldum. Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.” "Ben suret gözüyle görmedim, velakin muvafakat eyledim. Muvafakat eylemek dindendir" dedi. Hz Ömerül Faruk ve Aliyyul Murtaza Üveys'in dostluğunu ve sevgisini gördüler. Hz Habibullah'a biz aşk ve muhabbet ile dostluk edemedik diye ağlaştılar. Zira Uhud harbinde kafirler Sav Efendimizin dişini kırdılar diye Hazret, ağzındaki dişlerin hepsini sökmüştü. Hz Ömer, Üveys'ten dua taleb etti. "İman içinde meyl olmaz, herdem dua ederim" dedi. Hz Ömer Üveys'e bir miktar akçe vermek istedi. "Deve gütmekten aldığım yetişiyor" deyip reddetti ve Hz Ömer'e mühim öğütler verdi, makamlarına dönüp kıyamet yakın olduğundan hazırlıklı olmalarını tavsiye etti. Avdet eylediler. Fakat karn köyünde Üveys bilindi. Hürmet ve izzeti gittikçe arttığı için Hz Üveys oradan çıktı ve Kufe^ye gitti. Bir daha onu kimse görmedi. Yalnız Herem bin Hayyan Üveys'in derecei mertebesine aşık olarak vasfını işittiği için Fırat ırmağında abdest alırken tanıdı. Selam verdi ve mubarek elini öpmek istedi. Vermedi. "Ya Üveys (Rahiemkallah ve gafara lek) nereye gidersin? Diye ağlamaya başladı. Taat ve riyazından benzi sararmıştı. Üveys dahi ağladı ve dedi ki: "Hayyekallah ve Herem bin Hayyan sen nasılsın, bu dünya zahmetlerinden? Herem dedi: "Ya Üveys beni görmüş değilsin, ismimi, babamın ismini nereden bildin?" Üveys : "Müminlerin canı birbirini bilir" dedi. Herem bin Hayyan: "Bir hadis rivayet eyle" dedi. "Ben ne müftyüm ve ne de muhaddisim" deyince bir nasihat taleb eyledi. "Bari bir ayeti Kur'an oku da dinleyeyim "dedi. Üveys euzu besmele çekti. Ağladı Surei Duhanın 37-41 ayetinin sonuna kadar okudu. Bir kez ah eyledi: "Ey Hayyan oğlu seni buraya kim getirdi?" "Seninle yoldaş olayım ve senin muhabbetinde dinleneyim diye geldim". Üveys: "Allah ile işi olanın başkasında muhabbeti olmaz, zinhar Hak ile huzurunu sıkı tut ki ancak dinlenmek onun sohbetindendir." Dedi. Hayyan biraz nasihat istedi. "Onu göz önünden ayırma ve harama bakma, asi olursun. Bunları ehemmiyetsiz bilip laubali durur isen Cenab- Hakkın gazabına uğrarsın" deyince biraz daha söylemesini istedi. Buyurdu ki: "Bu sözler sana yetişmez mi? Adem baban idi, Havva anan idi. Nuh, İbrahim Halil, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa (salavatullahi Taala aleyhim ecmain) hep alem onun dostluğuyla yaratıldı. Bunlar öldükleri gibi ben, sen de ölürüz " dedi ve: "Ya Ömer, ya Ömer diye seslendi, Hayyan: "Rahimekallah yoksa Ömer dahi öldü mü, diye sordu: "Ömer dahi dünyadan bugün gitti, Rabbim bana bildirdi. O benim karındaşım, dostum idi dedi. Ruhuna dua okudu ve salavat verdi ve dedi ki: "Sana öğüdüm daima Kuran'ı Kerim hükümlerini ileri tut ve salah ehlinin yolundan çıkma, yoksa dinsiz olursun. Allah'ın azablarına giriftar olursun" sonra dua etti "Ya Herem artık sen beni, ve ne de ben seni göreceğim, sen duadan unutma ben seni duadan unutmayayım" dedi gitti. Hayyan ardınca baka kaldı. Hazreti Rebi naklediyor: "heves edip Üveys' görmeğe gittim. Kuşluk namaz kılıyordu. Fariğ olunca tesbihle meşgul oldu. Tamam deyince selam vereyim dedim. Hiçbir tarafa bakmadan öğle namazını kıldı. Böylece üç gün bekledim. Fasılasız namazdan fariğ olmadı ve hiç yemedi, içmedi uyumadı. Dördüncü gece münacatını dinledim. Hak Teala'ya yalvarıyordu. "İlahi sana sığınırım. Çok uyur gözden ve çok yer karından." Bu sözleri işittim, bana bu öğüt yeter dedim. Üveys Hz. ömrü içinde bir gece yatıp uyumadı. Gece olunca "bu gece leyletülkıyam" diğer gece haza "leyletülrüku" ve diğer gece "leyletulsücud" der yani bu gece, ol gece derken sabaha kadar başını secdeden kaldırmadı. Sordular: "Namazda huşu nedir?" "Namaz içindeyken süngüyle vurup öbür yanından çıkarsalar bile duymamaktır." Buyurdular ki: Her kim üç nesneyi severse şeytan onu çabuk azdırır: hoş yemek, hoş giymek ve kadınlarla oturmak. Üç gün aç kalan Üveys yol üzerinde bir altın gördü, birisi düşürmüştür diye almadı. Min tarafillah yoluna taze Otlar düşürüldüğü halde koyunların hakkı deyip almadı ve bir koyun gelip ağzında ot getirdi. Gıdasıdır deyip almadı. Fakat koyun lisana gelip Allah Teala ve Tekaddes Hazretlerinin emriyle getirdiğini söyledi ve kayboldu. Allah'u-alem. Veysel Karani Hz. leri, Hz. Ali ve Muaviye cenginde Mürteza (Keremallahu veche) leşkelerinde idi. Şehid ettiler. Veysel Karânî hazretlerine Peygamber efendimiz tarafından hediye edilen Hırka-i şerîf, Van civârında İrisân Beylerine kadar gelmiş ve 1618 senesinde, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan İkinci Osman Hana getirilip hediye edilmiştir. Sultan Abdülmecîd Han, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmisini yaptırmıştır. Günümüzde bu hırka, her sene Ramazan ayında camekân içinde halkın ziyâretine açık tutulmaktadır. KEFEN Veysel Karânî hazretlerine; “Şuracıkta bir adam var. Otuz senedir, bir mezar kazdı, kefenini giydi, o kabrin başında oturmuş ağlar, gecesi gündüzü yok” dediler. “Beni oraya götürün.” buyurdu. Veysel Karânî’yi onun yanına götürdüler. Sararmış, zayıflamış, kurumuş, gözleri ağlamaktan çukurlaşmış halde idi. “Ey kişi, bu kabir ve kefen, seni otuz senedir, Allah’dan alıkoydu. Sen Allah’ı düşünecek, zikredecek yerde, hep kefeni ve kabri düşündün.” buyurdu. O kişi, onun nûruyla o tehlikeyi kendinde gördü. Feryâd ederek o kabre düşüp can verdi.. 1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.87 2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.27 3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.364 4) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.12 5) El-A’lâm; c.2, s.32 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; c.6, s.161 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1160 8) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.405 9) Mektûbât-ı Rabbânî; c.1, mektup, 222, 270 10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.74